Hayatla iletisimde: 2013

5 Mayıs 2013 Pazar

Sol Ayağım

Dikkat!
Bu cerebral palsy ile doğmuş bir çocuğun sol ayağıyla hayata tutunma hikayesidir.
Bu hastalık vücuttan beyne ve beyinden vücuda iletilen uyarıları bozarak hareketi ve kasların kullanımını engelleyen bir rahatsızlıktır.

Düşün bir kere...
İstediğin gibi hareket edemiyor, istemsiz hareketlerden başka vücuduna yön veremiyorsun.
İletişim kuramıyor, derdini anlatamıyorsun.
Herkes deli olduğunu düşünüyor, vücudum hasta olsa da aklım başımda diyemiyorsun.

Böyle şartlarda dünyaya geldi Christy Brown.
Doktorlar onun zihinsel engelli olduğunu düşünüyor, etrafındakiler fazla yaşamaz diyordu.
Bir kişi hariç; ona inanan tek insan, annesi.


Ve tek bir dostu vardı, hastalığın ulaşamadığı tek yer, sol ayağı.
Önceleri kaleme uzanan, sonrasında fırçayı tutan görünüşte sol ayağı olsa da hayata tutunmasını da sağlayan asıl güç içindeydi.
Hayatı boyunca vücudunun kısıtlamalarına, insanların yorumlarına rağmen bir köşede oturmadı, elinden gelmeyeni sol ayağının üç parmağıyla yapmaya çalıştı.
Sevmekten, çaba göstermekten, inanmaktan vazgeçmedi.




Ağzından zorlukla çıkardığı kelimeler değil,
yaptığı resimlerle dökebiliyordu içini.
Fırça darbeleriyle anlattığı hikayeler sergi oldu insanlarla buluştu.

Hayat hikayesini yazdığı kitap "My Left Foot" Sol Ayağım ise ona dünya çapında bir ün kazandırdı.

1989'da filme çekilen eser Daniel Day Lewis'in efsanevi oyunculuğuyla beyaz perdeye aktarıldı.

İki oscar ödülüne layık görülen yapım, hepimizi sevindiren mutlu da bir sonla bitiyor.

hayalleri gerçek olurken sonunda aşkına karşılık görüyor, hemşiresine kavuşuyor.


Kitabı okumalı, filmi izlemelisin okuyucu.
Hayata onun gözlerinden bakmak,
yaşama azmini örnek almak gerek.

goodreads; tıkla
e-kitap linki; indir
imdb için; my left foot
filmi izlemek için; sol ayağım

2 Mayıs 2013 Perşembe

Hayat işte

Dün tatil günüydü ya, (günün anlam ve öneminden çok tatil kısmıyla ilgilenebilen yoğun insanlarız, onu da belirtelim) arkadaşlarla pikniğe gidelim, eğlenelim demiştik.
Gerçekten de eğlendik.
Hem de öyle böyle değil, uzun süredir bu kadar gülmemiş bu kadar iyi vakit geçirmemiş gibi.
Çocukluğumuza dönmüş gibiydik.
Sonra eve geldik, hepimizde telaş.
Facebook'a hangi fotoğrafları atsak, nasıl taglesek?
Sonra bir haber geldi bilgisayarına baktığımız arkadaşa.
Hepimiz sus pus kalıverdik...
Okuldan bir arkadaşı vefat etmiş.
O da bizim gibi günü değerlendirmek istemiş, arkadaşlarıyla pikniğe gitmiş oysa.
Birden olmuş, kimse bir şey anlayamamış.

Bu gün aynı fikirlerle başladığımız güne farklı sonlarla veda etmişiz meğer.
Bizden biri de olabilirdi.


Fotoğraflarına bakıyorsun; nasıl hayat dolu diyorsun, daha çok genç.
Ailesi bu yaşa getirmiş, okutmuş, yetiştirmiş...
Onların acılarını tahmin bile edemiyor ama hayatta kalan sen olduğun için nasıl da şükrediyorsun.

Şu hayatta hiçbir şeyin garantisi yok gerçekten de.
Hal böyle olunca her şey önemsiz görünüyor ya, insanın gözüne.
Bir varmış, bir yokmuş.
Sanki daha dün gelmemiş gibi hemencecik veda edebiliyorsun.

Düşün bir kere; senin tüm derdin fotoğrafken kimler hangi büyük dertlerle uğraşıyor?
Sen farkında olmazken hangi hayatlar yitip gidiyor?

Ben düşündükçe ne alaka diyemeden aklıma şu karikatür geliyor;

-ölümde bile bir yaşam vardır diyen abiye selamlar.

Bilmiyorum bir şeylerin kıymetini kaçınılmaz sona varmadan görebilecek miyiz?
Veda etmeden geride güzel şeyler bırakabilecek miyiz?
Bilmiyorum.
Ne kadar zamanımız kaldı onu da bilmiyorum.
Sadece hepimize aşağıdaki gibi mutlu sonlar diliyorum.
Hayattaysak, hala hepimiz için umut var.

28 Nisan 2013 Pazar

Dört Matematikçiydiler...

Bir gün bir mektup aldı her biri.
Gönderen kısmında Fermat yazılı, içinde de bir soru.

-bu sayıların arasındaki bağlantıyı bulabilmekti soruları.

Sadece sorunun cevabını bilenlerin katılabileceği, asrın en büyük sırrının çözüleceğini vaat eden bir toplantı davetiyesiydi aslında gelen.
Heyecanlıydılar, cevabı bekletmeden yolladılar ve ellerinde kabul edildiklerine dair yer tarif eden bir pusula, yola koyuldular.
Bu Fermat gizemli olduğu kadar sembollere de meraklıydı.
Kabul edilen her bir adayın kendisi gibi bir kod adı olmalıydı.
Hilbert, Pascal, Galois, Olivia...
Ünlü matematikçilerin isimlerini seçerken sadece matematiğe yaraşır bir davet vermek amacında mıydı? Yoksa isimlerin seçilişi rastgele değil miydi?
Bu olasılıklarla beraber işler seçilenlerin buluşma noktasına gitmeleriyle daha da karıştı.

-yalnız üçü de aynı kadına mı yazıyor bunların?

Onları bekleyen Pisagor'u kullanarak devam etmeleri gerekiyordu yolculuklarına.
Rastgele olmayan şeylerden biri de davetlilerin seçimiydi.
Meşhur Goldbach Hipotezini bilir misiniz?
Yaklaşık üç yüz yıldır çözülemeyen, o tüm matematikçilerin hayalini kurdukları ne ispatlanabilen ne de aksi iddia edilebilen hipotezi?

Filmimiz de böyle bir soruyla başlıyor okuyucu;
"Asal sayıları bilir misin?" diyerek.
Her çift tam sayının asal sayıların toplamı olarak yazılabileceğini ortaya atmıştı Goldbach.
İmkansızı başaran matematikçi filmde bize küçük sayılar için kolayca gösterilebilen eşitliğin tam sayılar  kümesinin elemanlarının sonsuz olmasından ve büyük sayılar için kolayca toplamı şeklinde yazılabilecek asal sayılar seçmenin zorluğundan bahsediyor.
Evet, tam üstüne bastın, işte hipotezi çözen elemanımızla tanıştın.
Nasıl yani diyorsun, değil mi?
İşte böyle de bir skandal haberle giriyoruz hikayeye.

Peki adamımız davetliler arasında olmasını genç yaşta bu başarıyı sağlamasına mı borçlu,
yoksa birbirinden zeki dört matematikçimizin başka ortak noktaları da mı var?

Azzz sonra değil, hemen şimdi :)


Matematikçilerimiz sonunda Fermat ile tanışıyor tanışmasına fakat o da ne?
Kendilerini bir kapanın içinde buluvermesinler mi?
Verilen soruları zamanında çözemezlerse bir ölüm tuzağına dönüşecek olan odada hangi sırlar açığa çıkacak, kahramanlarımız sorular ve inanılmaz tesadüfler karşısında nasıl terler dökecek?
İşte bunların hepsi filmde. İzle okuyucu.

-işin içinden çık çıkabilirsen.

Fark ettim ki blogda hiç bölümümle ilgili şeyler paylaşmıyormuşum.
Sevdiğim filmlerden de paylaşamıyorum sık sık.
Bundan sonra benden sık sık goldbach duyarsın okuyucu :)
Tabi ki şaka, esas alanımdan başka her bir şeyle uğraştığımdan ona vakit kalmıyor ne yazık ki.

Film ise tam seyretmelik, harika dönüm noktalarıyla dolu, sadece matematikçilere yönelik ağır ispatlar yerine basit mantık problemleriyle herkese hitap edebilecek bir film.
Küp serisinden sonra bir daha böyle film gelmez sanırdım, iyi ki yanılmışım.
Hem bilgi sahibi oluyor, hem heyecanla şimdi ne olacak diye bekliyor hem de ekran başından soruları çözmeye uğraşıyorsunuz.

Filmde geçen sorulardan örnekler;

Bir kutuda naneli şeker,diğerinde anasonlu şeker, sonuncuda ise anasonlu ve naneli
karışık şeker vardır.
Kutuların üzerinde "Nane", "Anason" ve "Karışık" yazan etiketleri vardır.
Satıcıya tüm kutuların etiketlerinin yanlış olduğu söylenir.
Satıcı kutuların içeriğini bulmak için en az kaç şeker almalıdır?

Hava geçirmeyen bir odanın içinde bir ampul dışında da üç tane anahtar vardır. Yalnızca birinin ışığı yakmaktadır. Kapı kapalıyken, anahtarlara istediğiniz sıklıkta bakabilirsiniz. Ama kapıyı açtığınızda, hangi anahtarın lambayı açtığını söylemeniz gerekir.

Bir öğrenci öğretmenine sorar: Kızlarınız kaç yaşında?
Öğretmen cevap verir: Eğer yaşlarını çarparsanız 36 eder. Eğer toplarsanız, kapı numaranız eder.
Öğrenci protesto eder: Bu bilgi yeterli değil.
Öğretmen cevap verir: Haklısın, en büyük olan piyano çalıyor.
Kızlar kaç yaşındadır?

Soruların cevapları mı?
Elbette filmde saklı :)
izlemek için; tıkla

30 Mart 2013 Cumartesi

Sosyal Medya'da Bir Okuyucu

-okuyan madam. ben miyim ki? yok, cık ben sarı giymem ama okurum

Facebook'ta kitap sayfalarını takip etmeye çalışıyorum. Yazar ve yayın evi sayfalarını. Kitap yorumlarını da okurum tek tek. Tavsiyelerine güvendiğim insanlar vardır, bir kitabı almadan önce ne demiş diye bakarım. Ne yazsa okurum diyeceğim yazarlar vardır, yeni bir şey yazmış mı diye alıntıları bile hevesle beklerim.

Herkesin kitap okuma zevki ayrıdır elbette ama ben benim zevklerim doğrultusunda birkaç öneride bulunmak istiyorum bu yazıda.
Genellikle roman okuyorum ben. Şu sıralar yayın evlerinin satış ve pazarlama politikalarından memnun olmayıp, benim istediğim yazarları çıkarmadıkları için yabancı e-book okuyorum.
Lisede inanılmaz bir korku-gerilim filmleri hastası ve yine bu türde kitaplar okuyan birisiydim. Favorim Stephen King'di. Ne olduysa üniversitede bir arkadaşım da görüp,
Judith MacNaught'un kitaplarına başlamam ile oldu.
Meğer içimdeki romantik, ağlak, kitaptaki gibi herolar bekleyen kız kendini belli etmek için o anı seçmiş :)
Çok yazık bunca zaman besleyip büyüttüğüm, ayakları üzerinde durmasını, yeri geldi mi çoğu erkekten daha mert olmasını bilen milenyum kadınına.
Yine gerilim, macera ve paranormal türde kitaplar okusam da kitaplığımı ve e-book listelerimi dolduran kitaplar romans kategorisinde çoğunlukla :)

Tarihi aşk romanları, dönem filmleri-dizileri ise benim için özeldir.
Benim gibi bu türe ilgi duyanlar için şu sayfayı öneriyorum ısrarla; historicalromancetr
Çok samimi bir ortamı çok sıcak sakinleri olduğu gibi sadece tarihi romanlar için değil, her çeşit kitap muhabbetini bulabilirsin okuyucu.

Bu kitap severliğim yayın sektörüne girmeme de yardım etti zamanla.
Bu nasıl çeviri diye, hadi çevirmen gözden kaçırdı bunun redaksiyonu, editörü neredeydi diyerek başladığım eleştiriler ben bundan daha iyisini yaparım dememe ve gerçekten de denemeye başlamama neden oldu.
Şurada içlerinde benim çevirdiğim kitaplardan da bulabileceğin bir yer; harlequin
Çok sevdiğim aylık kitapları ile, annelerimizin, ablalarımızın göz bebeği beyaz dizileri bulabilirsin bu adreste.

Bir zaman sonra baktım ben de yazıyorum! :)
Yazdığım hikayeleri e-kitap haline getirip yakın arkadaşlara hediye etmeye başladım ama bir utangaçlık, ben yazdım diyemiyorum. Bakma, şimdi farklı bir yazar ismiyle bir yayın evine denemeler gönderiyorum, üzerinde konuşuyoruz. Umutlu muyum, kim ne derse desin, değilim. Benim gibi iki lafı bir araya getiremeyen bile kitap yazarsa dünyada artık ne olmaz. Hem o kitabı kimler alır da okur allasen :)
Yazın bir sitede sevilen bir yazarın düzenlediği yarışmaya kısa bir şey göndermiştim. Nasıl oldu hala şaşarım dereceye girmişim. Facebook'da böyle amatör hikayeler yayınlayan sayfalar var, belki bilirsiniz. Hatta şimdi ismi çok anılan bazı yazarlar da sitelerde, sayfalarda yayınladıkları hikayeler ile ünlü olmuşlardır. Ben de sevdiğim ve kitap yorumlarıyla tanıdığım bir ablamızın sayfası için verdim hikayemi okuyabilirsiniz; kitapaşkı
Oldukça profesyonel yazılmış amatör hikayeler bulabileceğin gibi, kitap tanıtımları, ehil ağızlardan dile gelmiş kitap yorumları da seni bekler.

Aşağıda da benim takip ettiğim yayın evlerinin facebook sayfalarına tıklayarak ulaşabilirsin.
Uyarayım, hiçbiri eleştiri sevmediği gibi senden sadece beğeni bekler.
Çünkü ne çıkarsa onu okumalısın, ne çevirisine ne editine laf etmemeli, isteklerde bulunmamalısın. 
Yani bir nevi paranla rezil olmalısın.
Kazançları senin üzerinden olsa da onlar daha fazla kazanmak için serileri harcayacak, sırasını bozacak her seferinde başka çevirmene verecektir.
Romans mı? Küçümseyecek, kapaklarına ucuza telif alabildiği alakasız şeyler koysa da satacağını düşünecek, en çok parayı bu türden kırsa da okuyucusunu eleştirecek, reklamını bile yapmaya gerek görmeyecektir.
Bazısı yazarını elinde tutamayacak, çevirmenine ödeme yapmayacak, zaten az olan çeviri masrafını daha da kısmak için kitabın okunmaz hale gelmesini umursamayacaktır.
Daha da yazıp uzatmak istemiyorum, bu sektörü bence herkes benim kadar tanıyor artık.

unuttuklarım elbette vardır, affola.

İyi okumalar okuyucu.
Güzel kitaplarda buluşmak dileğiyle...

" Yaşasın, yaşasın! Lüks içinde yaşayabilirim, çünkü DÜŞ dolu ceplerim...
ROMANLARIMLA evlenip, ÇOCUK yerine de kısa HİKAYELER edineceğim... "
Jack KEROUAC

24 Mart 2013 Pazar

Susuz Yaz

" bitmiş 
aşka 
su 
katılmaz 
.
hep 
yek 
ve 
sek 
yaşanır 
ayrılık 
...
ağlanmaz "

Bu hoş sözlerin sahibi Arda Erdik olsa da yazının konusunu Necati Cumalı'nın eseri Susuz Yaz oluşturuyor okuyucu.

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının önde gelen isimlerinden olan yazar hikayeyi İzmir'de avukatlık yaptığı zaman gözlemleriyle yazmış, kırsal kesimin sorunlarını işlediği eseriyle aynı isimli filme ilham kaynağı olmuştur.

Hikayeden uyarlanan senaryonun yazarı ve filmin yönetmeni Metin Erksan da 64'te Türk sineması tarihindeki ilk uluslar arası başarıya imza atmış, konu böylelikle benim de ilgi alanıma girmiştir.

Oysa Metin Erksan'ı sana bir Sevmek Zamanı, belki de bir Acı Hayat ile anlatmak isterdim okuyucu, bir başka zamana diyelim...


Yılanların Öcü filmine konu ettiği toprak mülkiyeti yerine bu kez su mülkiyeti üzerinde duruyor Metin Erksan.
Sonraki filmi Kuyu ile de insan mülkiyeti üzerinde durduğunu anlatan usta, her biriyle birer ödül kazanmıştır.
Ne var ki Susuz Yaz filmi ödül kazandığı festivalde gösterileceği sırada biz komünist adamın filmini oynatmayız diyen yönetim yüzünden yönetmenin adı değiştirilmek zorunda kalıyor.

Bu isim değiştirme olayında öne sürülen bir teori daha var. O da Metin Erksan ile arasındaki anlaşmazlığa filmi kaçırıp Berlin Film Festivaline götürerek son veren Ulvi Doğan.
Hatta hatta araya porno parçalar koyarak filmi pazarladığı, daha fazla kâr elde etmek istediği de söylenmiyor değil bahsi geçen oyuncunun.

Neredeyse elli yıl önce ne olmuş, yorum yapmaktansa biz filmle ilgileneceğiz.

Yalnız filmin 2008'de yeniden gösterim öyküsünden de kısaca bahsetmeden olmaz.
Fatih Akın Berlin film festivalinde kırk yıl sonra aynı ödülü kazanan kişi olarak filmin tekrar gösterilmesi için kolları sıvamış; oyuncuları, yönetmeni de galaya çağırmıştı.
Tek sorun ortada filmin olmayışıydı.
Filmi yerde, gökte ararken bir banka kasasında bulmuş, sonunda kavuştukları filmin son yirmi dakikasının olmadığını keşfedince neye uğradıklarını şaşırmışlardı.
Neyse ki filmin sonu Almanya devlet arşivinden bulundu.
Gösterime katılmayan Metin Erksan bir yazıyla teşekkürlerini iletti: 45 yıldır kayıp olan bir eseri polisiye filmini aratmayacak bir macera ile izleyiciyle buluşturdunuz...

Filme gelirsek baş rollerde Hülya Koçyiğit, Ulvi Doğan ve Erol Taş'ı görüyoruz.
Film gerek atmosferi, işleyişi gerek ele aldığı ögeler açısından psikolojik ve toplumsal bir yansıma oluşturmuş;
kamera açıları, kullanılan kıyafetler, yörenin konuşmaları, oyunculuklar ile zamanının önünde bir yapım olarak nitelendirilmiştir.

Nitekim Metin Erksan filmi bir daha çekse daha iyi olacağını şöyle anlatır: "Avuçlarına su alan bir adam bekler. Tutar elinde o suyu, durur. Ama ne yaparsa yapsın parmaklarının arasından akar o su… Halbuki toprak olsa durur. İşte böyle başlardım."

Sonraki sözleri ise filmin Türkiye'de sansür engeline takılmasının sadece bahsi geçen birkaç sahneden ibaret olmadığını anlatır nitelikte: "Ha, bir de 'Susuz Yaz'dan sonra çok garip bir şey oldu. Filmi çektiğim zaman su kaynakları hariç bütün sular devletindi. Yalnız kaynaklar kimin tapulu arazisinde çıkıyorsa ona aitti. Ama filmden sonra kanun çıktı, kaynaklar devlete geçti. Dünyada acaba kaç film kanun çıkarmıştır?"

Ufak bir ekleme de Hülya Koçyiğit'in oynadığı ilk film olması. Çekimlerde sadece on beş yaşında olduğuna inanamıyor insan.



Filmden sonra yine Erol Taş'ın kötü adam rolünü oynadığı birçok film çekilir, kırsal temalı filmler vizyona girer ama hiçbiri böyle yer etmez beyaz perdede.


Türk sinemasından bir ustayı, daha geçen yaz kaybettiğimiz Metin Erksan'ı saygıyla anıyor; filmi izleyip kitabı okumanı şiddetle tavsiye ediyorum okuyucu.


imdb'de: susuz yaz


İzlemek lazım diyenler için; link

22 Mart 2013 Cuma

Gece

"Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen
Yitirdiğim bir mutluluk mu
Habercisi mi gelecekteki bir mutluluğun

Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

İçimde bağıran acılar mı
Serseri, başıboş bir rüzgar mı

Gece vakti kimdir kapıyı çalıp gelen

Ansızın çıkıp gelen bahar mı

..."
Ataol Behramoğlu

Bu gece ise gelen benim okuyucu :)
Biliyorsun ki yeni bir başlangıç yaptık burada.
Bu vesile ile değişiklik iyidir dedik ve bir yenilendik.
Şöyle bir nostalji yaparsak,

Bu ilk merhaba deyişimizmiş efenim;
-pek bir kız işiymiş ya bu.

Sonra böyle bir değişime gitmişiz...
-evet; o pembeler, kuru kafalar ben bir ergenim diye bağırıyor, farkındayım, evet.

Veee yeni temamız da bu oldu.
"Gece yıldızlardaydı ve yıldızlar uzaklarda üşürler..."

Yeni bir başlık resmi bulamasak da, adını da mı değiştirsek emin olmasak da (eh pek iletişimci sayılmam artık)
eskisi gibi güllü pembeli konseptimiz olmasa da (başa dön animasyonunu saymayıver canım)
hayatımda pek değişen bir şey olmadı okuyucu inan.

Bir diploma, birkaç kurs belgesi daha...
Biraz daha elim ekmek tuttu belki ama o kadar.
Ha birde
hep hayal ettiğim gibi İstanbul'dayım artık.

Peki birden pembelere veda edişim nedendir, değişim değilse?

Yaşlanıyor muyum ne?
Ya da içim mi karardı?
Yoksa bir gece tenhada bir vampir tarafından ısırıldım da gecelere düşkün oldum?

Hiçbiri değil...

Aslında geceye düşkün de yalnız vampirler değil.
İç karartıcı hiç değil.
Ne öyleyse?
Çünkü gece bilinmezlere açılır.
Gizemlidir,
ay ışığıdır,
biraz ıssızdır, biraz da yalnızlıktır.
Belki de uçsuz bucaksız karanlığa bakıp yalnız değiliz diyebilmek
yağmurdan sonra gök kuşağı çıkmayacağını bilmek, karanlığı sevmektir.
yıldız kayması, dilek tutmasıdır.
Hem romantik hem korkutucu hem şiirsel olandır.

Gece her zaman için merak uyandırıcı, sevilendir.
Annemin deyişiyle gece yatmaz, gündüz kalkmaz olan ben geceyi gündüze tercih etmişimdir.

ve unutma okuyucu, bu gece, yarın gece, belki her gece, belki de bir gece
ansızın gelebilirim :)

17 Mart 2013 Pazar

farz-et


Farz et ki çok uzaklardaydım, yeni döndüm
Farz et eski bir arabaya atlayıp yeni olan her şeyi gömdüm.

Dört tekerin dördü de bir değil ki
Camlarda yansımalarımı gördüm
Mutlu, mutsuz, çoğunlukla kırılgan ama cesur renklerle ambalajlanmış
Farz et alevler içinde sanırken kendimi bir titrek mum ışığıydım, söndüm.

Kimisi bir fırça darbesiyle, kimisi parayla doldurduğu cepleriyle
kimileri de bahçesine diktiği gülleriyle
Farz et benimki kalemin mürekkebi, klavyenin sesleriyle
Uzun bir ara gerekliymiş, bir yandan da hiç ara vermemiş gibi
her harfte tekrar yaşadığımı hissedercesine,
farz et ki ben döndüm.



Yeni bir blog dizaynı ve yeni yazılarla çok yakında görüşmek üzere okuyucu.